Macera Dolu Amerika Bölüm 2: New York-Williamsburg
New York hipsterlerinin izinde sabah 7’de Brooklyn’de kaldığımız otelden çıktığımızda güneş yüzünü göstermiş ama bahar mevsiminin tatlı bir esintisi vardı. Hedefimiz iyi bir kahve içip Williamsburg’u keşfetmekti.
Yollarda sarı şirin okul otobüslerinden ve koşu yapan bir kaç kişiden başka kimseler yoktu.
Yürüdüğümüz yerler Williamsburg’un yükseliş öncesi nasıl bir yer olduğunun özeti gibiydi. Fabrikalar sıra sıra diziliydi. Tahmin edebileceğiniz gibi son yıllarda gözde olan bu bölge eskiden işçi sınıfının yaşadığı, fabrikaların bulunduğu adı pek önemsenmeyen bir yerdi.
Geniş bir caddenin kaldırımından ilerlerken ilk gün kahvelerine ve mekanına hayran olduğumuz Brooklyn Roasting Company ‘nin küçük bir şubesini gördük. Yeni bir yer keşfetmek istediğimiz için bugünlük burada içmedik kahvemizi.
Williamsburg’a yolumuz uzundu ve tek derdimiz ‘şimdi nereye gitsek’ti 🙂 Böyle zamanlarda ayaklarımız bize dur diyene kadar yürümek en büyük keyfimizdi. Toz pembe bir hayata geçiş yapmıştık resmen. Bedford Caddesine girdiğimizde evlerin mimarisi dikkatimi çekti.
Saat çok erken olduğundan yolda daha bir hipstere rastlayamamıştık. Hipsterlerden önce bizi devasa graffitiler karşılamıştı.
Adeta bir açık hava sanat galerisinde gezer gibiydim. Başımı nereye çevirsem graffitiydi. Özgürlüğün ülkesinde hayal dünyası gezegenimizi aşan gizemli insanların harika eserleriydi bunlar. Eski apartman ve fabrika binaları balkabağından arabaya dönüşmüş gibilerdi.
Kahve ve ufak bir kahvaltı yapmak için araştırmalarım sonucunda house of small wonder ‘ı buldum. Adresini bulduk bulmasına fakat bulduğumuz adreste kendisini bulamadık. Önünden tam 3 kez geçtikten sonra kafamızı kaldırıp çatısından yükselen ağacı görünce nihayet bulabildiğimizi anladık :=)
Evet yanlış duymadınız içerisinde ağaç vardı. Bu sıradışı Japon kahvaltıcıda yer bulmanın zor olduğunu duymuştuk fakat açılışla beraber içeri girdiğimiz için pek yer bulmakta sorun yaşamadık 🙂 Burası ‘yaşayan’ bir mekandı. İçeride kimse yoktu ve en beğendiğimiz yere yerleştik ama ben etrafı keşfetmek için yerimde pek oturamadım. Her yerde küçük bitkiler vardı, buzdolabı kapağında bile. Adı gibi güzel bir yerdi, mutluluk veriyordu.
Menüden önce kahvemizi seçtik. İlk kez tadacağımız lavantalı latte ve yine tabii ki içinde yumurta bulunan bir kahvaltı, bir New Yorker gibi. Lavantalı latte nefisti. Aroma dilimi mest etti. Kahvaltı da oldukça lezizdi. Çikolatalı muzlu kruvasan da bonus olarak peşinden geldi 🙂
Öğlene doğru içeride oturacak yer kalmamıştı artık yeni gelenlere yer açmak için hesabı istedik. Sadece nakit geçerliydi. Ama paniklemeyin nakit yoksa içerisinde para çekebileceğiniz bir atmsi de vardı. Hesabı ödedikten sonra içerisinde son bir tur atarak dışarı çıktık. Hipsterler uyanmış bu bölgenin ününe yakışır şekilde normal günlük yaşantılarına başlamışlardı. Burası dünyaya ilham olan bir bölgeydi, iyi veya kötü. Sokaklarından, kahvecisinden, barlarına; giyim tarzından, yaşayış tarzına kadar… Türkiye’de bile benzer küçük bir semt baştan yaratıldı buradan ilham alınarak. Aklınızdan geçti değil mi? Evet, doğru cevap Karaköy.
Biraz da Brooklyn’den Manhattan’ı izleyelim diyerek East River State Park’a yürüdük. Yol üzerinde Manhattan manzaralı içkisini yudumlamak isteyenlerin uğrak yeri ünlü Wythe Hotel vardı. Ayrıca otelin girişinde lezzetleriyle adından söz ettiren Reynard Restaurant .
Yol üzerinde merkezi Londra’da bulunan bisikletli kahveseverlerin Brompton Cafe si vardı. Hem bisikletine hem kendine vakit ayırmak isteyenler için çölde vaha gibiydi.
Parkın etrafında İstanbul misali her yerde yeni beton binalar yükseliyordu. New York betondan bir ormandı Alicia Keys’in de şarkısında söylediği gibi ve hergün ormana yeni bir ‘ağaç’ ekleniyordu. Parkın kenarına geldiğimizde bizi şık gökdelenleriyle Manhattan selamladı. Uzun bir süre bir bankta oturup şehri izledik.
7.caddeye doğru tekrar yürümeye başladık. Yol üzerinde vintage dükkanlara göz attık. 7.caddede sıcaktan ve yürümekten yorulup kısa bir mola için Starbucks Reserve’e oturduk. New York’ta her sokakta Starbucks bulmak mümkündü. Reserve her yerde yoktu ve Williamsburg’taki bu şubesi post-endüstriyel tarzda oldukça keyifli döşenmişti.
Artık subway kullanarak Manhattan’a geçtik. 11 Eylül terör saldırısının gerçekleştiği, yıkılan Dünya ticaret merkezi kulelerin yerine One Trade Center’ın yapıldığı ve 11 Eylül anıtlarının olduğu bölgeye geldik. Burada bizim gibi ziyarete gelen yüzlerce insan anıtın etrafında toplanmıştı. Saldırılardan 10 yıl sonra Michael Arad tarafından tasarlanan anıt, yıkılan kulelerin yerine yapılan derin bir havuzdan oluşuyor. Havuzun etrafında hayatını kaybedenlerin isimleri yazılmış .Gece bile bir ışıkla aydınlatılarak okunabilir hale getirilmiş. Havuzdaki boşluklar kayıpları temsil ediyor. Yokluğun bir temsili bu havuz ve bir mühendislik harikası. One Trade Center’ın gölgesinde bu havuzun kenarındayken üzerinden yıllar geçmesine rağmen o korkuyu, acıyı tekrar hissedebiliyorsunuz. Bu duyguyu yaratan bir anıt, unutulmaz bir 11 Eylül yası yaratılmış. Uzun kuyruktan dolayı müzesini gezmeden yolumuza devam ediyoruz.
Friends dizisinin çekildiği West Village’teki apartamanı bulup mutluluk resimlerini çekildikten sonra Soho’da akşam kahvesi için La Colombe Torrefaction’a uğruyoruz.
David Bowie’nin sıkça uğrayıp kahvelerini aldığı New York’un en iyi kahvecilerinden birindeydik ve hakkını veren bir kahve içtik. Daha sonra yazacağım New York’u en iyi kahvecileri derlemesinde size burası hakkında daha ayrıntılı bilgi vereceğim.
Gün akşama dönerken artık alışveriş zamanıydı. (Alışveriş rehberi ile size en uygun noktaları da derleyeceğim) Para ve zamanın fütursuzca harcandığı her alışveriş gibi bu alışverişte bitti ve biz de otelimize elimizde yeni bavullarımızla döndük 🙂
Devamı için tık tık !